Temel yapısı itibariyle faizsiz bankacılığı, parasal işlemlerle mal ve hizmet hareketlerinin birbirine sıkı sıkıya
bağlandığı, her para hareketinin mutlaka bir mal veya hizmete karşılık geldiği;
gelirin ise, kâr ve zarar ortaklığı esasına göre bölüşüldüğü bir sistem
olarak tanımlamak mümkündü.
Geleneksel bankacılıkta para bir mal gibi değerlendirilip, meselâ 100
lira 110 liraya karşılık satılabilir. Buradaki 10 liranın karşılığı aranmaz,
bunun neden 10 lira olduğu sorgulanmaz ve buna sermayenin zaman değeri, iskonto
haddi gibi hayali karşılıklar bulunmaya çalışılır.
Faizsiz bankacılıkta para, para karşılığında ancak eşit miktarda değişilir,
yani faizsiz ödünç verilir. Eğer paradan para kazanılmak isteniyorsa, bu
kazancın mutlaka topluma sunulan bir hizmet, bir katma değer veya malın
değerindeki bir artışa karşılık gelmesi gerekir. Yani bir parasal işlemde para
tarafındaki bir artışın, mal veya hizmet tarafındaki reel bir artışla
dengelenmesi gerekir.
Bugünkü Katılım bankalarının işlem kalemleri içinde en fazla yer tutan
ve üretim desteği olarak adlandırılan yöntem, bir malın kurum tarafından peşin alınıp, üzerine bir kâr ilâvesiyle
vadeli ve daha yüksek fiyattan satılması işlemidir.
Her ne kadar bu yöntem Katılım bankaları için öngörülen temel bir
yöntem olmasa ve temel yöntem olarak
mudârebe ve müşâreke denilen ortaklık yöntemleri kabul edilmiş olsa bile,
bu yöntemi faizli kredi yöntemine benzetmek büyük bir hatadır. Çünkü her şeyden
önce bu bir ticarettir. Hiçbir anlam taşımayan para-para hareketi değil,
insanların ihtiyaç duyduğu bir mal-para hareketidir.
Nasıl ki, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, fiyatı Antalya’da 50 kuruş
olan portakalı oradan satın alıp İstanbul pazarlarında 1 liraya satmak bir ticarettir.
Çünkü portakalın mekân değeri yükseltilmiştir ve ona 50 kuruşluk bir değer
katılmıştır. Bu sebepledir ki, İstanbul tüketicisi ona 1 lira vermeye hazırdır.
Aksi halde bu fiyatı sadece satıcının dayattığını iddia etmek fiyatların tespitinde
talep unsurunun fonksiyonunu yok saymak demek olur.
Portakalı Antalya’dan 50 kuruşa alıp onu İstanbul’da 1 liraya satma
işleminde, tüketiciye elinin erişemediği bir mekândaki malı onun elinin erişeceği
bir mekâna taşımak ticaret olarak adlandırılır ve buradaki 50 kuruşluk fark
portakalın değerindeki reel bir artışa karşılık gelir.
Malın mekân değerinin arttırıldığı
bu işlemde bir sakınca yok ise; aynı şekilde, kişinin ancak yıllar süren bir
tasarruf sonrası edinebileceği bir malı ona hemen şimdi sunmak ve eline vermek
de bir ticarettir; dolayısıyla bunda da bir sakınca yoktur. Burada da malın zaman değeri arttırılmıştır.
Başka bir ifadeyle, bir malı bir yerde ucuz alıp başka bir yerde kâr
ilavesiyle satmakla, yine bir malı peşin düşük fiyata alıp, ona yıllar sonra
ancak sahip olabilecek müşterisine hemen şimdi bir kâr ilavesiyle vadeli satmak
arasında bir fark yoktur. İkisi de ticarettir. İkisinde de malın değerinde bir
artış meydana gelmiş ve bu değer artışı, satış kârı olarak satıcıya
sunulmuştur. Nitekim peşin alıp vadeli satmada oluşan fiyat farkı, müşterinin
bu maldan hemen faydalanmaya başlamasının karşılığıdır.
Yani yıllar sonrasına ertelenen faydanın hemen elde edilmesi
sağlanmıştır. İşte bu değer artışı, vadeli satıştaki fiyat farkının karşılığıdır.
Onu faize benzetmenin hiçbir makul ve mantıklı tarafı yoktur.
Diğer taraftan, vadeli satışta müşterinin ödediği fiyat farkı, onun
yıllar sürebilecek tasarruf zahmetinin
satıcı (veya Katılım Bankası örneğinde, kendisine kâr payı ödenecek mevduat
sahibi) tarafından daha önce çekilmiş olmasına da karşılık gelir. Yani fiyat
farkı daha önceden yapılmış tasarruf zahmetine karşılık gelmekte ve bu zahmet
de müşterinin eline maldaki reel bir
değer artışı olarak geçmektedir.
Geçmişte bazıları tarafından her ne kadar bu zahmet faizi haklı kılan
sebeplerden biri olarak anılmışsa da burada bu zahmet, şimdi reel ve belirli bir değer artışına karşılık geldiği için faizden hemen
ayrılır. Faiz ise hayalî-sanal veya gerçek olsa bile miktarı önceden belirlenemeyen
bir gelire dayandığı için reddedilmiştir.
Vadeli satışta fiyat artışını makul ve haklı kılan başka sebepler de
vardır. Satıcının, ödeme şekline göre malın fiyatında değişiklikler yapması
tamamen ekonomik bir hadisedir. Satılan bir malın bedelini hemen tahsil etmekle
daha sonra tahsil etmek arasında satıcı açısından ciddi fark vardır.
Bir malın fiyatı peşin 100 lira ise, bu bedelin sonradan ödeneceğinin
ifade edilmesi satıcının satma eğilimini düşürür. Bu, arz eğrisinin sola
kayması demektir. Arz eğrisinin sola kaymasının ekonomik sonucu ise, bilindiği
gibi, doğrudan fiyat artışıdır.
Şu halde vade farkı sadece zamanın fonksiyonu değildir.
Vade farkı, müşteri açısından,
kullanımını erkene almak suretiyle malın değerinin arttırılmasına karşılık
gelirken; satıcının da vadeli satışla karşılaştığı bazı mahrûmiyet, külfet ve
rizikoların yanı sıra enflasyon ihtimalinin de karşılığı olmaktadır.
Vade farkının faize en çok benzeyen yönü, bu farkın vade nisbetinde,
yani vadeye paralel artmasıdır. Buna dayanarak, fıkhî ölçüler içerisinde vade
farkına faiz hükmünü vermek mümkün olmadığı gibi, aklen de mümkün değildir.
Çünkü vade uzadıkça satıcının karşılaştığı ve vade farkına karşılık
gelen mahrûmiyet, külfet ve diğer rizikolar da aynı nisbette artmaktadır.
Kısaca ifade etmek gerekirse, peşin veya vadeli olsun, alış-verişlerde kesin
fiyat satıcı ile müşterinin îcâb ve kabûl ile üzerinde anlaştıkları fiyat olup,
şartlara göre değişen bu fiyatın yüksek veya düşük olması, karşılığında mal
olduğu için, hukuken onun faizle alâkasını keser.
Ayrıca, vadeli satış halinde bir taraftan satıcının karşılaşacağı
aleyhine durumlar, alıcının da ancak bir müddet beklemek suretiyle elde
edebileceği bir mala hemen sahip olabilmesi gibi sebepler vadeli satışlardaki
fiyat farkını haklı ve meşru kılar.
Katılım bankalarının vadeli satış işlemini geleneksel bankaların faizli
kredi işlemine benzetmek doğru değildir. Katılım bankaları fiilen bir mal veya
hizmet ticaretinin gerçekleşmesini sağlar ve bu işlemde tam bir tüccar gibi
davranırken, kredi işleminde banka sadece ödünç veren durumundadır.
Faizli kredide verilen kredinin
ticari hayata döndürüleceğinin garantisi yoktur. Döndürülse bile, bunu yapan
banka değildir. Kredinin bir işde kullanımından oluşacak her hangi bir değer
artışı banka adına değil, borçlu adına sağlanır. Bu değer artışının olup
olmadığı, ne kadar olduğu bankayı ilgilendirmez. Olmadığı hallerde bile önceden
belirlenen faiz oranı her halükârda ödenmek zorundadır. Bütün bunlar
geleneksel bankanın işlemini “faiz” kategorisine koyarken, Katılım bankalarının
işlemleri “ticaret” kategorisi içinde değerlendirilmek zorundadır.
Kur’an ise, faizin haram, ticaretin helal kılındığını ifade eder. (Bakara, 275) Katılım
bankalarının vadeli mal satışı ile geleneksel bankaların faizli ödünç işlemlerini
aynı kategoride değerlendirmek faizle ticareti aynı saymak demektir ki, Kur’anî
bakış bunu şiddetle reddeder.
Prof.
Dr. İsmail ÖZSOY
https://twitter.com/GkhnAktoprak
https://twitter.com/GkhnAktoprak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder